4 Aralık 2010 Cumartesi

70+ Milyon Pasif İçici

Yazılacak çok fazla konu olduğu halde, diğer çalışmalarım sebebiyle yazılarıma bir süre ara vermek zorunda kaldım. Kendim kullanmamakla ve hiç kullanmamış olmakla birlikte bu yazımda sigara, sigara kullanımı ve sigara yasağı konusundaki düşüncelerini aktarmaya çalışacağım.

Sigarayı Kimler İçiyor:
Sosyal çevre, ekonomik kriz, cehalet, ebeveynlerin ilgisizliği, yetiştirme tarzı veya kötü örneklerin fazlalığı mıdır yoksa tüm bu saydıklarımın toplam etkisi midir bilemiyorum ama sigara ülkemizde hemen her kesimde yoğun olarak kullanılıyor. Büyük iş adamlarından, işçiye, memurdan, emekliye kadar, özellikle beni ilgilendiren ve üzen kısım ise sporcu ve öğrenciler arasında çok yaygın bir kullanımın söz konusu olması.
Tenis ve basketbol hobilerim arasındadır, basketbol sporunu iyi kalitede sergilediğimden genellikle birlikte oynadığım kişiler, ya basketbol sporunu profesyonel yapanlar veya ileride bu spordan geçimini sağlayacak, gelecek vaadeden gençler. İlginç bir durum ama her maçtan sonra bu gençlerin sigara içtiğine tanık oluyorum. Sigara kullanımının futbolcular arasında çok daha yoğun olduğunu söylemeye gerek dahi yok. Sigara içen bir genç oyuncu gördüğümde, kendi icadım "Sigara içmeyen yerli sporcu olmaz" esprisini yapmaktan kendimi alamıyorum. Nedense bu esprimi sigara tıryakisi sporcularımız da çok seviyorlar.

Geçenlerde bir arkadaşımın daveti üzerine, Çiftehavuzlar Büyük Kulüp'teki amatör tenis turnuvasının finalini izlemeye gittim. Tek erkekler finaline ilgi büyüktü ve izleyicilerin tamamı turnuvaya katılan ve diğer yaş gruplarında final oynayan sporulardan oluşuyordu. Kadınlı erkekli bu grup birer sandalye çekip finalin oynanacağı kortun çevresindeki tellere dizildiler, maç oynanırken bu grupta olan herkes sigara içmeye başladı, öyle ki, final maçı oynanırken sigaralardan çıkan duman bulutu uzaktan izleyen bizlerin görüşünü dahi engelledi. İnsanların sigara ile sporu nasıl bağdaştırabildiklerini anlayamıyorum. Yeterince üst düzey sporcu yetiştiremememizin sebeplerinden biri budur diye düşünüyorum.

Hafta içi sabah tenis oynadığım zaman, öğrencilerin okula gitmek için yola koyuldukları erken saatlere denk gelir. O saatlerde haliyle yolda yüzlerce öğrenci görmek mümkün, erkek öğrencilerde sigara içme alışkanlığı gözlemlesem de özellikle 12-16 yaş grubunda elinde sigara olmayan kız görmek hemen hemen mümkün değil. Kız öğrenci denildiğinde, beynimin çizdiği resim, sağ dirsekten kolu hafif yana açık, işaret ve orta parmağında sigara tutan, sol eli ile cep telefonunu kulağına yapıştırmış, muhtemelen telefondaki erkek arkadaşına hakarete varacak şekilde argo kelimelerle sarfeden veya bağıra çağıra azarlayan, son derece itici kızların görüntüsü geliyor. Günümüzün öğrenci kız figürü bu olsa gerek.

Sigara Neden İçiliyor:
Çocuk ve genç kesimde sigaraya yönelim genellikle özenti ile başlıyor, bir diğer açıdan sigara kullanımı aynı kesim tarafından yetişkin olmanın bir ifadesi veya kanıtı olarak kabul ediliyor. Sigara içen yetişkinlerdeki durum ise daha farklı, gözlemlerime göre, yetişkinler sigarayı günlük stresten kurtulmanın kendini sakinleştirmenin, yatıştırmanın veya kayif almanın bir yolu olarak benimsemiş durumdalar.

Düşüncem, sigara kullanıcılarını biraz kızdıracak olsa da şimdiye kadar yazdıklarımdan ve gözlemlerinden çıkan sonuç, sigara kullananlar genellikle psikolojik problemleri olan ve problemlerini çözememiş, kendi içinde huzursuz ve rahatsız olan
bireylerdir. Sigaranın onları teskin etmesi, yatıştırması, kısa bir süre keyf vermesi ise teknik olarak hava ile karışan ve oksijen açısından yoksul olan dumanın akciğerler-alyuvarlar yoluyla beyine ulaşması sonrasında beyin fonksiyonlarının yavaşlaması buna bağlı hafif uyuşma olarak tarif edebiliriz. Alkol ve uyuşturucu da beyni uyuşturmasına rağmen, sigaranın etkisi çok daha hafif ve geçici olmaktadır bu nedenledir ki sigara kullananlar, zaman zaman stresli olduklarını öne sürerek tüketim miktarlarını arttırırlar.

Sigara Yasağı ve Sonuçları:
Sigara içmeyenlerin aleyhine de olsa sigara yasağını destekleyenler arasındayım, yasağa genellikle uyulduğu kanaatindeyim. Ancak yasağın yeterli olmadığını düşünüyorum, bir standart olacaksa örneklerinden faydalanılmasından yanayım.

Sigara yasağı ile birlikte kendimi daha fazla pasif içici gibi hissetmeye başladım, kıraathane dediğimiz çay ve sigaranın birlikte tüketildiği ortamlar artık sokaklara taşındı, kaldırımlarda her işyerinin kapısında o işyerinin çalışanları ve müşterileri dizilmiş sanki çok önemli ve vazgeçilmez bir görev icra edermiş gibi sigara içiyorlar, böylece özellikle şehir içlerinde yol boyun gece ve gündüz sigara dumanını ciğerlerimize çekmeden bir yerden bir yere gidemiyoruz.

Haliyle yol boyunca sıra sıra dizilen sigara tıryakilerinin bu görüntüsünün gençlere çok kötü örnek olduğuna ve halk sağlığını kötü yönde etkilediğine inanıyorum. Birleşik Devletlerin bazı eyaletlerde sokakta sigara içilmesinin yasak olduğunu, Almanya'da sigara içen kişilerin ileride yakalanabilecekleri kalp-damar ve akciğer kanseri gibi hastalıklarda, sosyal sağlık güvencelerinin devlet tarafından karşılanmadığını ancak kendi paraları ile tedavi yaptırabildiklerini duyuyoruz.

Yukarıdakiler gerçekten güzel gelişmeler ülkemizde de böyle olmalı, sigara sadece sigara içilebilen alanlarda içilmeli, bu alanlar gözden uzak olmalı, öğretmen, memur, her türlü devlet veya belediye görevlilerinin (park görevlileri dahil) iş başında üniforma ile sigara içmeleri kesinlikle yasaklanmalı, çocuklar gençler bunları görüp özenmemeli.

Ülkemizde sigara tüketimi çok yoğun, genellikle de sosyal sağlık güvencelerinin %70-80'i bunların tedavisi için harcanıyor, Paketin üzerinde "Sigara Öldürür" yazıyor, madem ki kişi tercihini yapmış ve sigarayı içerken bunu peşinen kabul edip içiyor, gelecek nesillere kötü örnek oluyor, herhangibirimizin temiz hava soluma hakkını fütürsüzca yok sayıyor, niçin biz sigara içmeyenler sigara tüketiminden kaynaklı tedavi masraflarını üstlenelim ki? Veya ikinci bir alternatif, sigara içen memur ve çalışanların maaşından daha fazla vergi kesilsin vergi kesilen de kızmasın nasıl olsa boşa harcayacak parası var.

27 Haziran 2010 Pazar

Site Engelleme ve Spam

Bilişim Suçları ve Site Engelleme

Gün geçmiyor ki geçmişte girdiğimiz herhangibir web sitesinde aşağıdakine benzer bir yazıyla karşılaşmayalım.

BU SİTEYE ERİŞİM ENGELLENMİŞTİR

xxxx mahkemesi, xx.xx.xxx tarih ve xxxx/xxx nolu kararı gereği,
bu siteye erişim TELEKOMÜNİKASYON İLETİŞİM BAŞKANLIĞI'nca
engellenmiştir.


Genellikle ülkemizde bilişim suçu, hangi eğitim seviyesi, kültür veya aile yapısından geldiği bilinmeyen kişi veya bu kişilerden oluşan grupların kendilerine göre tasnif edip ahlaklı veya ahlaksız buldukları, beğenmedikleri, erotik veya yetişkin içerikli sitelerin engellenmesi için mahkemeye başvurarak karar çıkartması olarak algılanmakta ve ilgili kurumlar tarafından tüm çabalar bu yönde harcanmaktadır. Bildiğim kadarıyla binlerce hatta yüzbinlerce siteye erişim, mahkeme kararlarıyla engellenmiş durumda. Yüzbinlerce sitenin erişimi engellendi derken bazıları abarttığımı düşünebilir, son zamanlarda çok popüler olan bilgi veya düşüncelerin paylaşımının esas olduğu blog alanları ücretsiz olarak siteler üzerinden alınabiliyor, bir blog servisinin binlerce üyesi olabiliyor bu bloglardan biri hakkında engelleme karar çıktığında, tüm blog servisinin erişiminin engellenmesi yoluna gidiliyor. Bu durumda binlerce birbirinden bağımsız olarak çalışan site ve sayfanın erişimi bir çırpıda engellenmiş oluyor.

Internette hard disk şeklinde kullanılan web servisleri var, yüklediğiniz dosyalara ait linkleri yayınlayıp aynı zamanda başkaları ile paylaşabiliyorsunuz. Örneğin Megaupload sitesi yasaklı site ama aynı işi yapan Rapidshare, Mediafire, Hotfile ve daha yüzlercesi açık. Kim neye göre karar veriyor kriter nedir? Suç varsa hepsi suçlu ama bazısı kapalı bazısı açık. Bazısının açık bazısının kapalı olması söyle bir soruyu veya düşünceyi akla getiriyor, eğer site erişimlerinin engellenmesi için bir grup kurulduysa ki öyle görünüyor, bunlar kendi kafalarına göre site erişimlerini mahkemeye müracaat ederek engelletiriyorlarsa, firmalarımızın veya sitelerimizin açık kalabilmesi için yarın öbürgün birilerinin bizden şahsi menfaat talebinde bulunması çok uzak ihtimal değil.

Kan davasına dönüşen YouTube olayımız var birde, bildiğim kadarıyla bizim kırsal kesimden bir miktar maganda gençlik bir miktar Yunanlı maganda gençlikle diyaloğa girer, karşılıklı olarak bir baltaya sap olamamış aklı evvel zavallılar, videolar yaparak ve bunların altına karşılıklı hakaretler yazarak seviyelerini ve kalitelerini ortaya dökerler, yapılan hakaretlerden iki ülke, ülkelerin saygın devlet büyükleri, sanatçıları ve sporcular nasiplerini alırlar. Buradaki en büyük saçmalık ise devlet olarak birkaç magandayı muhatap almış olmamızdır.


Üzerinde düşündüğüm önemli bir konu ise şu, mahkemece erişimi engellenen bir sitenin içeriği google veya yahoo gibi arama motorlarının bazıları tarafından endekslenmiş olma durumu yani sitenin erişimi engellendiği halde bu içerik google’da görünüyor diyelim, bu durumda Google ve Yahoo’nun da erişiminin engellenmesi gereklidir. Google ve Yahoo’nun erişimi engellendiğinde bu siteleri ve e-mail servislerini kullanarak iş yapan e-mail üzerinden ticari işlerini yazışmalarını ve siparişlerini takip eden firmalar ve kişiler ne yapacaklar? Kayıplarını kim ve nasıl tazmin edip karşılayacak, bu kişiler kayıplarından dolayı sorumluluğu olanlara dava açtıklarında, parayı erişimi engelleyen telekomunikasyon kurumu mu ödeyecek, erişimi engelleyin kararını alan hakim veya bilirkişiler mi? yoksa internet erişimi için para ödeyip duran keyfi olarak internet erişimi sınırlanan biz internet kullanıcılarına mı fatura edilecek? Şimdiye kadar alışılagelmiş yöntem faturayı bizim ödeyeceğimiz veya birilerinin bir şekilde bizden çıkaracağı gerçeğidir.

Bu Durum Nasıl Aşılabilir?
Eğer telekoma veya internet sağlayıcıya bizi uluslararası internet şebekesine bağlaması için aylık ücret ödüyorsak ve telekom bizi sınırlı şekilde internete bağlıyorsa, internet içeriğinin tamamını sağlamıyor veya sağlayamıyorsa, ödediğimiz ücretin tam karşılığını almıyoruz demektir. Dolayısı ile internet kullanıcıları olarak bunu talep etme hakkımız doğmaktadır. Sözleşmeleri imzalarken ben böyle bir maddenin altına imza attığımızı hatırlamıyorum, atmış dahi olsaydık tüketicinin doğal haklarını elinden alan hiçbir madde hukuken kabul görmeyecektir.


Konunun diğer tarafı ise Spamlar, saçma sapan site erişimi engelleme çabaları sürerken gerçek tehlike görmezden geliniyor, ve spam yapmak Türkiye'de suç sayılmıyor adeta teşvik ediliyor, böylece her yıl belki de milyonlarca doların kaybedilmesine çanak tutuluyor.

Spam Nedir?
Spam bir elektronik posta mesajının, birden çok alıcıya, alıcıların bilgisi veya isteği dışında gönderilmesi durumu olarak tanımlayabiliriz.

Spam'ın Amaçları Nedir?
Spam mesajların bir kısmı, ürününü pazarlayamayan firmaların, ürünlerini satmak veya tanıtmak için başvurdukları çok ucuz bir yöntem olarak tanımlansa da, Spam mesajların büyük bir kısmı dolandırıcılık amaçlı (Banka tarafından gönderiliyormuş gibi görünen, aslında sahte şifre değişikliği yapılması uyarsının altında, e-posta sahibinden, mevcut banka kullanıcı adı ve şifrelerinin çalınması amacıyla düzenlenmiş formlarla yapılmaktadır), bir kısmı da Trojan adını verilen virüslerin dağıtımını sağlamak amacıyla kullanılmaktadır. Mesajın içeriği sayesinde, virüsü yazan kişi, virüslü postayı açan kişinin bilgisayarına istediği zaman erişim sağlayabilir ve istediği yazılımları kolayca atarak (keylogger gibi), banka şifreleri, e-mail veya msn şifrelerinin tamamını ele geçirebilir.

Kimler Spam Mesaj Gönderiyor?
Spam mesaj gönderen kişilere Spammer adı verilir, bununla birlikte spam mesaj gönderimini para karşılığı yapan, firma ve kişi sayısı hergün katlanarak artmaktadır. Hatta ülkemizde Spamcılık bir meslek dalı haline gelmiştir bunun sebebi ise sermaye olarak sadece bir internet bağlantısının yeterli olmasıdır, spam işi yapan kişilerin herhangibir meslek odasına bağlı olmaları gerekmemektedir ayrıca maliye kayıtlarının da olup olmadığı müşterileri tarafından araştırılmamaktadır.

E-Posta Adreslerimizi Nereden Buluyorlar?
Bunun için bazı yazılımlar mevcut, bu yazılımlar internetteki milyonlarca sayfayı elden geçirerek, sayfaların içinde kayıtlı mail adreslerini veritabanlarına eklemektedirler. Daha önemli bir email kaynağı da düşünmeden üye olduğumuz online oyun siteleri ve forum sitelerdir, site yöneticileri e-mail veritabanlarını üçüncü kişilere satarak gelir elde ederler veya bizzat spamcı olabilirler. Önceki dönemlerde milyonlarca e-posta adresinin bulunduğu CD'ler spamcılar tarafından satılmaktaydı, bu tip CD'leri satın alan kişiler periodik olarak amaçları doğrultusunda belirli yazılımlarla spam yaptıktan sonra kendileri de aynı CD'yi satma yoluna giderek olayın yayılmasına katkıda bulunmaktadırlar. Yeni dönemde ise spamı meslek olarak yapanlar, CD database'i satmak yerine gönderileri kendileri yaparak veritabanlarının başkalarının eline geçmesini engellemeye çalışmaktadırlar.

Spam Hukuken Suç Mu? Dünyadaki Uygulamaları Nasıl?
Üzerinde çok konuşulan bilişim kanunumuzda spam e-posta gönderimi ülkemizde suç unsuru sayılmamaktadır. Genellikle ülkemizde bilişim suçu erotik ve yetişkin içerikli sitelerin engellenmesi olarak algılanmıştır ve tüm çabalar da bu yönde harcanmaktadır. Özellikle gelişmiş ülkelerde ise Spam ciddi bir suçtur. işlenen suçun niteliğine göre de cezalar değişmektedir. Örneğin 50 bin kişiye sadece reklam içerikli spam attığınızı varsayarsak, bu maillerin silinmesi için gereken süre "42 saat"tir, suçu işleyen önce kendi işine gidiyor mesayisi bitince, her gün 2 saat olmak üzere 21 gün süreyle devletin verdiği kamu hizmetinde süreyi dolduruyor, evine 20:00'de gideceğine 22:00'de gidiyor, bir daha bu adam spam atmayı bırakın bir arkadaşına mail atarke bile kaç defa düşünür. İşte gerçek adalet böyle sağlanıyor.

Spam'ın Ülkemize Maliyeti Nedir?
Spam masum bir reklam ve pazarlama aracı gibi görünse de gerçekte maliyetinin ne olduğuna bir göz atalım.

Spam firmaları günde 3-4 kişiye ait reklamları 50.000 kişiye postalıyorlar, günde 200 bin mail eder. Türkiye'de yüzlerce spam işi yapan kuruluş ve kişi var, hepsinin hergün iş bulması mümkün değil sadece 15 tanesi buluyor diyelim. Bu durumda Türkiye hudutlarında günde 200.000 x 20 = 4 milyon spamın dolaştığını söyleyebiliriz.
Bunlardan 1/4'ü firmalara atıldığını varsayarsak, ayda 30 milyon spam firmalara ulaşıyor. Bir tek spamın ortalama silme süresi 3-4 saniyedir. 30 x 4 =120 milyon saniye eder. Bu durum Türkiye genelinde 33.000 saat iş gücünün kaybı anlamına geliyor. Senelik 396.000 saat. Çıkan sonuç 50.000 firma çalışanının bir günlük tam mesaine eşit bir kayıpa eşdeğerdir. Herhangibir firmaya değil doğrudan ülkeye verilen bir zarardır. Bunun yanısıra internet band genişliğinin sürekli kullanılması interneti yavaşlatırken, e-posta hesaplarının sürekli spam bombardımanına tutulması bu hesaplara erişimin geçikmesine sebebiyet vermekte, alıcılara ulaşana kadar kablo bağlantılarında dataların tekrarlanması için ayrıca enerji harcanmaktadır.

Böyle büyük zarar verenler internet sitelerinden spam yaptıklarını açık seçik ifade ederken, isteğe bağlı olarak kullanıcılar tarafından ziyaret edilen erotik ve yetişkin sitelerin engellenmesi ile uğraşmak biraz komiklik, biraz akılsızlık bayağı bir miktar da ahmaklık değil midir?

Herşeyi bilişim suçu olarak açıklamak zorunda mıyız? Gerçek hayatta birileri bizi zarara uğrattığında, elimizdeki kanıtlarla mahkemeye gidip uğradığımız zararın telafisini bizi zarara uğratan kişiden talep edebiliyoruz, aynı şekilde internet üzerinden birileri bizi bilerek ve ısrarla zarara uğratıyorsa onlara karşı da zararlarımızı talep edebilme hakkına sahibiz diye düşünüyorum bunun için mutlaka bilişim kanununa mı ihtiyacımız var?

Gelişen dünyada, işlerimizin çoğunu internet üzerinden e-posta yazışmalarıyla yapıyoruz, müşterilerimize cevap yazıyoruz ve siparişleri yine e-posta adresimizden takip ediyoruz, hergün spamcılardan belirli firmalardan büyük hacimli spam postalar almaktayız, defalarca uyarmamıza rağmen hem kendi reklamlarını hem de para karşılığı başka ve bizimle ilgisi olmayan şirketlerin ve ürünlerinin reklamlarını sürekli gönderiyorlar.

1. Hergün bu mailleri silerek vakit kaybediyoruz, dolayısı ile spamcılar nedeniyle hergün iş gücü kaybı yaşanıyor.

2. e-posta kutusu sınırlı olanlar var, spamcıların gönderdiği büyük hacimli mailler sınırın dolmasına sebebiyet verdiğinde, gerçek müşterilerin talep veya destek istekleri bize ulaşamayabiliyor, dolayısı ile ciddi bir maddi kayıptan söz edebiliriz.

İlerki tarihlerde spamcılar tarafından verilen bu zararın katlanarak artacağı inancındayım, gelişmiş ülkelerin parlementoları bu vahim zararları çoktan gördü ve spamı suç saydı. Ülkemizde cezalar da komik herşey hapis, tazminat veya komik para cezaları ile ölçülüyor ve işlenen suçun kazandırdığı, yargının verdiği cezadan her zaman daha fazla oluyor.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Denizi Olmayan Ada Büyükada

Ada, herkesin bildiği ve coğrafya derslerinde öğretildiği üzere, dört bir tarafı denizle kaplı kara parçasıdır.

Marmara denizinde İstanbul sınırları içersinde kalan Kınalıada, Burgazada, Heybeliada, Büyükada ve Sedefada'sından oluşan beş adanın tarihte değişik isimleri olsa da genel olarak tümü Prens adaları olarak bilinir.

Başlıktan anlaşılacağı üzere bizim konumuz Büyükada, Prens Adalarının yüzölçümü 5.4 Km kare ve yine yaklaşık 8 km uzunluğundaki sahil şeridi ile yüzölçümü ve sahil şeridi uzunluğu olarak en büyük adası.

Hatırlayamadığım kadar eski dönemlerde Büyükada'yı birkaç defa ziyaret etmiştim, en sonucusu ziyaretim ise kendi isteğimle olmayıp bir tanıdığımızın ricasını kıramadığım için 2009 yazında gerçekleşti. Amacımız Büyükada'nın meşhur büyük turunu gerçekleştirmek, çam kokuları eşliğinde yürümek, doğal güzellikleri izlerken aynı zamanda hava almak ve ada ziyaretlerinin olmazsa olmazı denizin keyfini çıkarıp biraz yüzebilmekti.

Çarşı içindeki marketlerden alışverişimizi yapıp yola koyulduk, turun başlarında yazlık evlerin ve villaların bahçelerindeki çiçeklerin renk armonisi ile büyülendiğimizi söyleyebilirim hepsi tek başına birer fotograf albümünü dolduracak güzellikteydi. Yolun başlarında çektiğimiz tek sıkıntı ise fayton sayısının çok olması "50-60 at arabası" dolayısıyla yol boyunca at pisliği kokusundan kendinizi bir türlü kurtaramamızdı. Renk armonisi ile yol boyunca adeta burnumuzu düşüren keskin koku tam bir tezat teşkil etmekteydi. İlerledikçe bir süre sonra kaldırım olayı bitiverdi, yolun kenarından ilerleme zorunluluğu ile ardı arkası kesilmeyen at arabaları yürüyüşümüze tedirgin şekilde devam etmemize sebep oluyordu. Büyük Tur, belki bazıları için keyifli bir yolculuk olarak nitelendirilebilir, şahsi kanaatim ise, sadece doğal güzellikleri görmek için keskin at pisliği kokuları eşliğinde yol boyunca sürekli arkanızı kollayarak tedirgin bir şekilde yürümek, ızdıraptan başka birşey değildi. Yine düşünceme göre Büyük Tur, Büyükada'yı daha önce görmeyenler ve bilmeyenler için bir defaya mahsus hafta sonu değil de hafta içi yapılması gereken bir etkinlik.

Sonunda yeterince yürüdüğümüzü düşünüerek, denizden faydalanmaya karar verdik, ancak o da ne, sahilin tamamı, özel villaların, kulüplerin, otellerin ve sadece ücretle girilebilen plaj adı verilen tesislerin tekeli altında. Değil deniz kenarına gelmek, uzaktan dahi denizi görmeniz pek az mümkün oluyor Büyükada’da. Güney tarafının dalgalı ve pis olabileceğini ve hergün gelmiyoruz şeklinde düşünerek, ücretini ödeyip Kuzey tarafındaki plajlardan birine girmeye kadar verdik. Maden mevkii adı verilen yerdeki Naki Bey Plajı yoluna girdik, dönemeçli yolun karşısındaki duvarda bizi "Damsız Girilmez" tabelası karşıladı, tanıdığın eski adalı olması ve ısrarı üzerine plaj yolundan devam ettik, plajın görevlisi olduğunu sandığımız kulübede oturan, yaşlı sayılabilecek, bıyıklı, tahminen Yugoslav göçmeni kişi tabeladaki yazının aynısını tekrarlayarak yanımızda bayan olmadan kesinlikle giremeyeceğimizi belirtti, tanıdığın ısrarı ve çabası bu kulübede oturan kişinin arkadaşını çağırıp üzerimize saldırması ile sonuçlandı. Olayın büyümesini istemediğimden araya girip onu bölgeden uzaklaştırmak bana düştü. Sonuçta, para sevdasına, deniz kenarlarını ona buna peşkeş çekerseniz dağdaki gelip bağdakini, eğitimi, zekası ve terbiyesi ile maganda kategorisinden öteye geçmesi mümkün olmayanlar, bir gün gelip, kendi kategorisinin üzerinde olanları beğenmeyebilir.

Tüm yol boyunca yürümemize rağmen, insanların özgürce denize girebilecekleri ve deniz kenarına oturabilecekleri bir milimetre boşluğun dahi bırakılmamış olduğunu görüp hayrete düştük. Maganda orjinli veya mafya kılıklı birtakım kişilere bilinçli olarak adanın sahil şeridinin tamamı peşkeş çekilmişti. Adada denize girilebilecek veya denizi seyredebileceğiniz tek yer ise iskelenin sağında yat limanının yanındaki boşluk, zaten ada sakinlerinin bir kısmı ister istemez denize girmek için burayı kullanıyorlar. Yaklaşık 8 km civarındaki koskoca sahil şeridinde insanların özgürce ve ücret ödemeden denize girebilecekleri sahil 8 metre bile değil işin asıl inanılmaz tarafı ise denizi göremediğiniz yerin dört bir tarafının denizlerle çevrili olması.

Bu tip abuk subuk kişisel çıkarların öne çıktığı uygulamalara sadece ülkemizde rastlamak mümkün. Herhalde yakın zamanda birileri el atıp Belediye vs marifetiyle açıkta kalan son sahil şeridine de el atarlar, tel çekilmesi, yasaklanması veya duvar örülmesi bunun için iyi bir çözüm olabilir. Tandığın da belirttiği gibi üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde sırtımızı denize dönmekle ünlü bir milletiz.

Sonuç olarak hava alma bahanesi ile çıktığınız ada yolculuğunda at pisliği kokusu eşliğinde, at arabaları bana çarpar mı tedirginliğinde sürekli arkanızı kollamak suretiyle yürümekten hoşlanıyorsanız, Büyükada tam size göre. Deniz manzarası görmek istiyor veya denizden faydalanmayı düşünüyorsanız işiniz çok zor, bir sürü maganda kılıklı insanla (Hayvan klasmanına veya sınıfına geçmek için 10-20 sene arası eğitim almaları gerekir) muhatap olmaya, sonradan görme göçmen-öküz kırması magandalara kendinizi beğendirmeye, üzerinize saldırırlarsa duruma göre meşru müdafa yapmaya mecbursunuz yada diğer bir alternatif bahsettiğim birkaç metrelik sahil şeridinde, yatların geçişlerini de kontrol edip hayatınızı riske atarak mazotlu denizin keyfini çıkartabilirsiniz.

Bu hikaye denizi olmayan ada, Büyükada'nın hazin ve gerçek hikayesidir.

19 Haziran 2010 Cumartesi

Odun Kafalılara Odun Ekmeği

Hepimizin farkedebileceği gibi ülkemizde özellikle büyük şehirlerimizde "Taş Fırın", "Odun Ekmeği" üreten fırın sayısı son zamanlarda çığ gibi artmaya deyim yerindeyse mantar gibi bitmeye başladı. Bir apartmanın alt katında veya eski köhnemiş tek katlı bir bina bir anda bacasından kara dumanlar tüten bir ekmek fabrikasına sorgusuz sualsiz terfi edebiliyor. Nasıl oluyor da oluyor demeyin, oluyor çünkü ülkemizin gerçeği, kişisel menfaatler ön plana çıkınca, kanunu uygulamakla görevli kişiler, devletin kanunu yerine, kendi kanunlarını uyguluyorlar.

Gayri Sıhhi Müessese olarak kabul edilen ekmek ve unlu mamüller üreten fırınlar 19.03.2007 tarihinde çıkarılan ve Resmi Gazetede yayınlanan 2007 / 11882 Karar sayılı yönetmelikle 1000 kg / gün üzerinde kapasiteye sahip 1. sınıf fırınlar BüyükŞehir Belediyesi olan illerde minimum 400 metrekare alana, 1000 kg / gün'den az olan 2. sınıf fırınlar ise yine Büyükşehi Belediyesi olan illerde minimum 250 metrekare alana sahip olmalıdılar. Bu metrekare değerleri ekmeklerin hijyenik ortamda üretilmesini sağlayan minimum değerlerdir.

Bahsi geçen 400 veya 250 metrekarelik alanda, un depolama alanı, su deposu, hamur teknesi, mayalama, bekletme alanları ve tavanı en az 3,5 yüksekliğinde satış yeri gerekiyor bunun yanında jeneratör, çalışanlar için tuvalet, lavabo ve banyo, yataklar, soyunma odası ve yakıt deposu olması gerekmektedir. Ayrıca tuvalet soyunma ve yatak odaları ile birlikte yakıtın depolandığı alan unların depolandığı veya işlendiği alanlar ile bağlantılı ve iç içe olmamalıdır.

Örnek vermek gerekirse semtimizde zaten 400 metrekareden büyük 1. sınıf altı günümüz standardı hijyenik koşulları destekleyen fırın varken, bunlar elektrik ve doğalgaz ile direk ateş ve yakıtla temas etmeden ekmek pişirmektedirler, 2005 yılından sonra bunlara iki tane kendi deyimleri ile 2. sınıf "odun fırını" eklendi.

1. Bu fırınlar 50-60 metrekare alanda ekmek pişirmektedirler,
-- 50-60 metrekare alanda hijyen olmaz, tuvalet, yakıt ve hamur iç içe demektir.

2. Odun fırınlarında, ekmek veya unlu mamülün direk ateşle teması söz konusudur,
-- Ürünün üzerinde kullanılan yakıta ait karbon partiküllerin yapışması kaçınılmazdır, karbon partiküller kanserojen olduğunu söyleme gereği dahi duymuyorum.

3. Odun fırını altında faaliyet gösteren fırınların her saniye denetlenmesi mümkün değildir,
-- Dolayısı ile yakıt olarak ne kullanıldığı tespit edilemez, kullanılacak yakıt fırıncının insiyatifine bırakılmıştır, yani ister odun kullanır ister içinde yapıştırıcı maddeler ihtiva eden kırık suntaları yakar, ister kömür yakar isterse eski araba lastikleri. Gıda gibi özellikle de ekmek gibi bir maddenin pişirilmesinde kullanılan yakıtın fırıncının insiyatifine bırakılması asla kabul edilemez bir hatadır. Belediye denetimleri ise çoğu üstün körü yapılmakta veya belli menfaatler karşılığında halkın sağlığıyla oynayanlar görmezden gelinmektedir.


4. Odun fırınları ve baca faktörü,
-- Elektrik ve doğalgaz ile ekmek pişiren fırınların bacalarından sadece su buharı çıkar, odun fırınlarında ise is ve kara duman, bu nedenle büyük şehirlerde çevreyi rahatsız etmemeleri için fırınların sulu baca sistemi denilen kokuyu ve isi, su içine hapseden bir baca sistemine sahip olmaları öngörülmüştür. Ancak uygulamada iki tane sulu baca sistemi mevcuttur, birincisi yukarda bahsettiğim tipte isi ve kokuyu suya hapseden sistem bir de sulu baca sistemi gibi görünüp de 1/10 fiyatına mal olan göstermelik sulu baca sistemi. Genellikle odun fırınları maliyetin çok düşük olması nedeniyle sahtesini yaptırmayı tercih etmektedir. Çevreden yapılan baca ile ilgili şikayetlerde ise fırıncı denetimi yapan Belediye görevlisi maddi açıdan memnun edilip, kolayca baca sisteminin gerekli koşulları sağladığına dair rapor düzenlenmektedir.
Öyle ki semtimizdeki bir odun ekmeği fırını yandaki bir evin bacasının tutuşmasına sebebiyet vermiştir, diğer fırın ise günde beş defa kara dumanını sokağımıza ve evlerimize ihraç etmektedir, yapılan şikayetler sonucunda, Kadıköy Belediyesi görevlileri, uzun itfaiye merdiveni dışında ulaşılması hiçbir şekilde mümkün olmayan bir yükseklikte olan bacada ölçüm yaptıklarını ve ölçümün standartlara uygun olduğu şeklinde rapor hazırlamış ve bizlere sunmuşlardır.

5. Odun katliamına çanak tutuluyor.
-- Birçok devlet kurumu ve özel kurum ağaç katliamının engellenmesi ve dünyanın daha yaşanılır olması için artık faturalarını bilgisayar ortamında gönderirken bu ne perhiz bu ne lahana turşusu, 21. yy'da ekmeğin 17-18 yy'daki şartlarda gayri hijenik şekilde pişirilmesi ise gerçekten, "herkes gider mersine biz gideriz tersine" deyimlerini akıllara getiriyor.

6. Devlet odun fırınlarını görmezden gelerek haksız rekabet ortamı yaratıyor,
-- 1. ve 2. sınıf gayri sıhhi müessese ruhsatı almak için fırınlardan 400 metrekare veya 250 metrekarelik alan zorunluluğu getiren yönetmelik ortadayken 50-60 metrekarede üretim yapan odun fırınlarına göz yumulması, standartları karşılamak için daha çok kira ödeyen veya daha çok geniş alan ayırmak zorunda olan fırınları zor durumda bırakıyor, işini doğru yapan halk sağlığını koruyan fırınlar milyarlarca lira kira öderken 50-60 metrekarelik köhnemiş bir evi menipüle eden odun fırını 400-500 lira kira ödüyor. Kaybeden ise önce işini doğru yapanlar sonra da biz yani halk oluyoruz.

Gelin hep beraber hijyenik ortamda üretim yapmayan, çevreyi ve insan sağlığını hiçe sayan odun ekmeği ürettiğini iddia eden magandalardan ekmek almayalım sağlığımızla oynamayalım ve oynatmayalım.

10 Haziran 2010 Perşembe

Trafik Suçları, Kazalar ve Cezalar

Karşı şeride geçen kamyon veya otobüs diğer şeritteki başka bir araçla çarpıştı şu kadar ölü, uyuyan şöförün kullandığı araç şarampole yuvarlandı şu kadar ölü bu kadar yaralı, alkollü araç kullanımı yine facia ile sonlandı, kırmızı ışıkta durmayan araç yayalara çarptı.

Yukarıdaki cümleler haber kanallarının seneler boyunca en çok kullandığı ve ne yazık ki gelecekte kullanılacağından kuşku duymadığım en klişe haberlerini oluşturuyor. Hastanelere ödenen ücretler, sakat kalanlar, daha da önemlisi can kayıpları öksüz veya yetim kalan binlerce çocuk veya bebek.

S1. Trafik cezaları mı yetersiz?

C1. Trafik cezalarının yeterli olduğunu düşünmekle birlikte ülkemiz düşünüş tarzına uygun olmadığı kanaatindeyim.

S2. Uygulamada mı hatalar yapılıyor?

C2. İnsan faktörü olduğu sürece uygulamada hatalar olması bazı şahsi menfaatlerin ön plana çıkması kaçınılmaz oluyor.

S3. Ceza puan uygulamasında mı problemlerimiz var?

C3.Ceza plan uygulamasının da ülkemiz şartlarına uyum sağlamadığını düşünüyorum.

Genelleme yapmayı sevmemekle birlikte, ülkemiz insanlarının genel düşünüş tarzı, malesef alkollü araç kullanmak, kırmızı ışıkta geçmek ve mümkün olan trafik kurallarını tamamını çiğnemek, hem araç şöförleri hem de yayalar tarafından kâr sayılıyor hatta bununla övünüldüğünü dahi duyuyoruz.

Yukarıdaki zihniyetle yani ben ne kadar çok kural çiğnersem o kadar iyi şöförüm demektir tarzında düşünen insanların birçoğunun kesilen trafik cezalarını ödediklerini sanmıyorum, ödeyenler için trafik cezalarının caydırıcı olmadığını düşünüyorum. Birçoğu yakalandıklarında bir şekilde ikna yoluyla bu işlerden sıvışabiliyor. Ceza puan uygulaması güzel ancak ülkemizde ehliyete el konulması ehliyetine el konulan kişinin direksiyon başına geçmesine engel olmuyor.

Ne öneriyorum?
Benim önerim trafikte işlenen suça göre suçu işleyen kişinin kullandığı araca, işlenen suçun özelliğine uygun olarak belirli sürelerle el konulmasıdır. Mesela, kırmızı ışıkta geçen 60 TL ödeyip bilmem kaç ceza puan alacağına, devlet tarafından 20 gün süreyle aracına el konulacak. 20 gün süreyle devlete ait bir parka çekilecek ve günlük olarak araca yüklü bir park ücreti tahakkük ettirilecek, ceza süresi dolup, sürücü aracını teslim almaya geldiğinde, yüklü bir park ücreti tahakkuk ettirilecek, cezanın yarısı devlet kaynaklarına aktarılırken, diğer yarısı trafik suçunu işleyen sürücüyü yakalayan ekibe, çekiciye ve park görevlilerine bırakılacak, ayrıca yakaladıkları her trafik suçu için trafik ekibine terfi puanı aktarılacak.

Böylece trafik suçlarının önüne ciddi şekilde geçilebileceğini düşünüyorum, trafik suçu işlemeyi kendine adet edinenler, bir miktar para ile trafik ekiplerini ikna edemeyecek, aracına el konulduğu için tekrar arabasına atlayıp aynı suçu işleyemeyecek, ehliyetsiz araç kullanımı azalacak, arabasını teslim alabilmek için trafik cezasını mutlaka ödemek zorunda kalacak, ekiplere ciddi şekilde para kaynağı sağlanacağından memurlarımız da daha bir şevk ve istekle çalışacaklardır, arabayı teslim almak için geçen sürede trafik suçunu işleyen kişi düşünme fırsatı yakalayacak ve mümkün olduğu kadar trafik suçu işlemekten kaçınacaktır.

22 Mart 2010 Pazartesi

İstanbul Avrupa Kültür Başkenti

Televizyonlarda bangır bangır reklamı yapılıyor, afişler sıra sıra, İstanbul Avrupa Kültür Başkenti. İnsanın içinden hemen "Avrupalılar en sonunda değerimizi anladı" demek geçiyor.

Zamanında inşa edilen tarihi eserleri görüp kültürlenmek dışında, İstanbulda yaşayan dolayısı ile Avrupa Kültür Başkentinde yetişmiş bir birey olarak, Avrupalının eksik olan ve eksik kalan kültürünü nasıl pekiştirip arttırabilirim konusuna eğilmeyi başlıca görevim olarak kabul etmiş bulunuyorum.

Avrupalıyı eğitme ve kültürünü arttırma konusunda yardımcı olması için, bizim bilip de onların kültüründe olmayan bazı başlıkları alt alta sıralamakla başlayalım.

1. İki kaldırımın kesiştiği nokta, diğer adıyla köşe başı kapmaca kültürü.
Tabi ki her olayın bir raconu vardır kültür başkentimizde, İstanbulumuz'un hemen hemen her köşe başı abilerimiz tarafından kapılmış parsellenmiş durumdadır, her köşe başında en az bir abimiz bir de yardımcısı görev alır, duruma göre iki yardımcı da olabilir, zaman zaman staj mahiyetinde asistan ve yeni yetmeler de bulunabilirler. Emeklilik durumunda kıdemli yardımcı bu göreve otomatikman atanır. İşin raconu ise köşe başında iyi bir şekilde konuşlanmak ve kaldırımda yürüyen yayaların ellerini kollarını sallaya sallaya oradan geçmelerine mani olmaktır, bu arada gelen geçen bayanlara duruma göre bön bön bakmak, sigara ve alkollü içeceklerin ucuz olanlarının kalite kontrolünü yapmak bu abilerimizin asli görevlerinin başında gelir.

2. Trafik sorununa kolay çözüm Mago-Motosiklet kültürü.
Kültür Başkentimizde trafik sorunu çığ gibi büyüyor, tabi Avrupa şehirlerinin birçoğunda da durum aynı, peki İstanbulda trafik sorunu nasıl çözüldü? Tabi ki motosikletle. Motosiklet bir motorlu taşıt mıdır değil midir? Sanırım değil hatta ismi Motosiklet bile olmayabilir. Motorlu araçlara kırmızı ışık yandığında, durup bekleyen motosiklet görmek henüz bana nasip olmadı, gören varsa söylesin. Yol çok mı sıkıştı, geçecek yer de mi yok, kolayı var çık kaldırıma bas gaza, kaldırımda karşına yaya mı çıktı, bas kornaya çekilsin kenara densiz, çekilmiyor mu kendi bilir kaşınanı kaşımak gerek. Motorlu taşıtlara kapalı cadde veya sokak mı var? Olsun motosiklete serbest, motosiklet motorlu araç değil sonuçta, zaten üzerindeki fastfood veya su dağıtımı yapan elemenın ehliyetinin, hatta okuma yazmasının olmadığı, yüzündeki ifadeden kolayca anlayabilirsiniz.

3. Hep duyuyoruz Avrupada devlet ve devlet kurumları büyük zararda.
Mesela Belediyelerimizi ele alalım onlar da zararda, sonuçta yeterince düzenli ve sağlam parkları, spor olsun diye beş senede üç defa elden geçiriyorlar (kendi deyimleri ile düzenliyorlar), çevre düzenlemesi yapmak bedava olmuyor tabi. Onlarda çözümünü buldular, resmi değnekçilik. Eskiden değnekçiler vardı, bir caddeye vs arabanızı park etmeye kalktığınızda hemen başınıza çöreklenirler para isterler para vermemek için diretenlere de arabasının başına birşeyler gelebileceğini ima ederlerdi. Şimdi aynı işi belediyeler yapıyor, peki modern anlamda değnekçilik yapan bu elemenlar eğitimi olan tipler mi yoksa eskiden sokaklarda değnekçilik yapanlar mı şeklinde bir soru geliyor akla. Anladığım kadarıyla eskiden değnekçi olanlar işe alınmış çünkü en azından ilkokul eğitimi almış hiç kimse ışıklı yaya geçitlerine araba park ettirip makbuz kesmez, demek ki belediyelerimizin çok fazla paraya ihtiyacı var ki ışıklı yaya geçitlerinde dahi çifte park görmek mümkün olabiliyor günümüzde. Görevliyi uyardığınızda ise "hehehehehe" şeklinde bir ünlem alabiliyorsunuz, tam çözemiyorsunuz ancak gülmeye çalıştığını sanıyorum.

4. İşsizliğe çözüm seyyar satıcılık.
Avrupada son birkaç yılda işsizlik almış başını yürüyor. Çözüm mü? Seyyar satıcılık kursu verilmeye başlansın. Bunun içinde en baba eğitim mahali kültür başkentimiz, böylece her sene ülkemizi ziyaret eden yüzbinlerce turist seyyar satıcılık kursunu bizzat uygulamalı olarak görüp öğrenir, iş sahibi oluverir, üstelik işin iyi tarafı vergi ödemeleri de gerekmeyeceği gibi işsizlik sigortası gibi devletleri zorlayan uygulamalar da ortadan kalkmış olur.

İstanbul ebediyyen Avrupanın Kültür Başkenti kalmalı ve Avrupalıları aydınlatmaya onların kültürlerini pekiştirmeye devam etmeli.

21 Mart 2010 Pazar

İlk Mesaj

Vatana millete hayırlı olmasını umarak ikinci blogumu açmış bulunuyorum. Birincisi farklı bir konu ile ilgiliydi ve burada ona yer vermeye gerek olmadığını düşünüyorum.

Doğru okuyorsunuz, sınır değil sinirblog. Sonuç olarak ülkeler coğrafyası, sınır komşularımız ile ilgili bazı bilgi ve cevaplar arayanlar, ödevlerini tamamlamaya çalışan öğrenciler burada vakit kaybetmesinler. Hemen eklemek isterim ki sınır ve sinir birbirinden çok uzak kelimeler değiller ve sınır sadece coğrafya derslerine has olarak kullanılan bir terim değil. Örnek: Sabrın bir sınırı vardır birileri, sınırları aşdığında, bir başkasında sinir yapması mümkün hatta kaçınılmazdır.

Bu blog'u açarken, hedefim birşeyleri değiştirmek değil (can çıkar huy çıkmaz) ülkemize has hemen her yerde karşılaştığım çarpıklıklara parmak basarak, bunları yazarak, not almak ve bir şekilde kendimi rahatlatma amaçlıdır, bunu bir çeşit terapi olarak da nitelendirmemiz mümkün.

"Kardeşim millet bu blogu niye okusun yani yer yer film, program, mp3 veya meraklısı daha çok olan 18+ içerik sunmayacak mısınız, futboldan, takımlardan maçlar hakkında yorum yapılmayacak mı?" şeklinde yakınışları duyar gibiyim. Konseptimde, hırsızlık, yani günümüzün masumane deyimiyle paylaşım yapmayacağımı duyurmak zorundayım, en azından paylaşım yapmamak suretiyle insanları günaha ve hırsızlığa teşvik etmemiş olacağıma inanıyorum.

Şimdilik bu kadar, sizin de sinir olduğunuz, ülkemize veya yörenize has birşeyler olduğunda bana yazmaktan çekinmeyin, uygun olduğu (hakaret içermediği) taktirde burada yer vermeye çalışırım.